18 Mart 2009 Çarşamba

Şehirlerarası Terminal...

Otobüs deyince aklıma ilk olarak Çakmak Köprüsü’ne çıkıp rengarenk 45 kişilik araçlara baktığım çocukluk günlerim gelir. Sabah kahvaltıdan sonra çocukluk arkadaşım Tuğrul ile koştur koştur köprüye gidip saatlerce yolu izlerdik. Çoğu zaman da tek başıma giderdim, Kezban Teyze öğle uykusu yüzünden Tuğrul’u bırakmazdı. Aslında oturduğumuz yere çok da yakın değildi ama ben bakıcıma gitmeyi reddedip teyzemin yolunu tutardım, kimi zaman da kaçar giderdim.

O yıllarda memlekete gitmek için otobüs bileti bulamayınca, babam bir 0302 ayarlamıştı hatta otobüs oturduğumuz semte kadar gelmişti. Halbuki ben ne kadar çok severdim Harem’e gitmeyi, lastik yanaklarına beyaz boya çekilmiş parlak jantlı otobüslerin kesif mazot kokularını duymayı. Memlekete gidene kadar da ağabeyimin evden getirdiği Küçük Ceylan ve Küçük Emrah kasetlerini dinlemiştik. O yıllarda pek modaydı. Ağabeyim her ne kadar 80’lerin köklü temsilcilerinden de olsa, evde Michael Jackson, A-HA, U2 kasetleri de dolu olsa memleket yolunda bunları dinletemezdi.

Hiç haz etmezdim memlekete gitmekten, sabaha karşı Tuz Gölü’ne sol tarafımdan doğan güneşin ışığını görmek harici; köy kokuları, at arabaları, toprak yollar rahatsızlık verirdi bana. Ne kadar sevmezsem sevmeyeyim, 8 yaşımdayken, o çok sevdiğim Tuz Gölü’nün en sevdiğim saatlerinde onlarca kez bozulan kamyon zorla götürdü beni bozkırın ortasına, henüz il olmuş bir yere. “Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı” ne demektir hemencecik öğreniverdim zatürrenin de katkılarıyla.

O yıl daha da artmıştı hayranlığım otobüslere. Beni alıp bozkırdan denize götürecek, çok sevdiğim çocukluk arkadaşlarımı, babamı, ben, büyüten teyzemi, Kız Kulesi’ni, Boğaziçi Köprüsü’nü, çeyrek ekmeğin ortasındaki yumuşak kısmı çıkarıp malzemeyi doldurduktan sonra kapatan kokoreççiyi gösterecekti. Ben yine Salacak’ta oturup karşıdaki 3 büyük binayı soracaktım babama, babam da yine “Etap Marmara, Hilton, Sheraton” diyecekti. Gülümsetecekti beni otobüsler.

Aslında büyümeye başladıktan sonra, her ne kadar uzun boylu olmasam da sığmadı bacaklarım dar koltuklara. Bu nedenle en arkayı veya koridor tarafını tercih eder oldum. Yine de otomobille yolculuk yapmaktan çok daha zevkliydi. Birincisi daha yukarıdan bakıyordum dünyaya. İkincisi de her gördüğüm yer hakkında hayaller kurup “Buraya mutlaka gelmeliyim” diyordum kendi kendime. Tuz Gölü’nde çıplak ayak koşmayı, Çamlıdere’de bir köye uğramayı, Yeniçağa’da balık tutmayı, uçsuz bucaksız ovalardaki tek ağacın altında piknik yapmayı hep otobüslerde hayal ettim, yalnız başıma…

Lise ve üniversite yıllarında anneme götürdü beni otobüsler, zamanında hiç hoşlanmadığım bozkıra. Artık arkadaşlarımın birçoğu da o Anadolu kentinde kalmıştı; çorak ve yalın, tüm düzlüğü ve doğruluğuyla. Bozkır, insanını da kendisi gibi yapmıştı; dümdüz, saf, umarsız ve yanık. Kısa tatillerde öz yeni bilmem ne seyahat turizmin 45 kişilik tekerlekli odaları kalbimin bir yarısından diğer yarısına götürdü durdu beni. Aslında bir kamyondu beni bozkırdan koparan, içinde odamın eşyaları ve ufak tefek ayrıntılarla.

Ve yine bir kamyondu beni kalbimin iki yarısının tam ortasına getiren, soğuk Başkent’e terk edip giden. Ve bir trendi en sevdiğimi bana getiren. Zaten biliyordum rengi artık beyaz ağırlıklı, kaç kişilik olduğunu bile söyleyemediğim otoban araçlarının iyilik yapmayacağını; kötülükleri de kamyonlara bırakmışlardı…

Hayaller kurup duruyorum hala yolculuk ederken, diğer araçlardan bir miktar yukarıda. “Buraya kesin gelelim” diyorum. “Şuracıkta kamp atarız” diyor o. Artık yalnız değilim hayallerimde; bana trenle gelen, benimle beraber otobüslerde…

Bu hikayeler hep otogarlarda başladı ve bitti. Kalbimin asıl attığı yere bir otogardan alıp götürdüler beni. Kalbimi de bir otogarda bana verip, benimle beraber Başkent’e gönderdiler. Ne öyküler vardı bu evsiz yurtlarında, sevgililer mekanlarında. Beklerken uyuyakalınan, sabah çorbası içilen, plastik bir bardakta sıcacık çay yudumlanan. On binlerce kalp attı otobüs garlarında her gece ve her sabah, on binlercesi taşındı her gün bir şehirden ötekine; umutlar bagajlarda, gözler ufukta…
Sayın yolcularımız, otobüsünüz 5 dakika sonra hareket edecektir, yerlerinizi almanız rica olunur…

Not: Yazının silinip tekrar yayınlanmasından dolayı özür dilerim. Çalıştığım kurumun teknik problemleri nedeniyle kaynaklanan arızayı düzeltemeyip baştan düzenleme yapmak zorunda kaldım.

6 yorum:

Ayca Karaoglan dedi ki...

ilk okuduğumda da çok duygulanmıştım. yine okudum, etkisi aynı aşkım...

Yelda dedi ki...

Süper yazmışsın
Çok hoş çok güzel bir yazı
Bayılıyorum duygularını bukadar güzel ifade edebilen insanlara.
Ve çok mutluyum iki güzel insan birbirini bulmuş.
Fotograflarda çok güzel Işığın bol olsun :))
Sevgiler

Serhat dedi ki...

Yazmıyordum uzun zamandır biliyorsun, kısa da olsa bir şeyler karalamak keyif verdi.

Serhat dedi ki...

Teşekkür ederim Yelda Hn. Haftasonu Uğur'u (Ayça'nın kardeşi) yolcu ederken ben fotoğraf çekmeye daldım yine, sağolsun Ayça da o soğukta bana dayandı. Uzun zamandır yapmak istediğim birşeydi zaten otogar hikayeleri çekmek. Fotoğraflara bakınca da yazı çıkıverdi birden. Hepimizin ışığı bol olsun efendim :) Sevgiler, saygılar

GeCe dedi ki...

hem iyi fotoğraflar hem de güzel yazı var bu postta daha ne olsun

galiba blog yazmak insanı yazar yapıyor çok duygusal bir yazı olmuş

Serhat dedi ki...

Yazmaya aslında çok çok küçük yaşlardan beri merakım vardır GeCe. Fotoğraflara baktıkça hissedip yazabiliyorum kimi zaman. Bir de iş yerime yolum 30-40 dk arası sürüyor, düşünmemi sağlıyor bu süre.

Dediğin gibi, blog yazmaya başladıktan sonra hevesim arttı sanırım :)