Devlet önce bir işletme kurar, ardından bu işletmeye çalışmak için işçiler alır. Sonra bu işçilere belirli bir yaşam koşulu verir. Bu insanlar bu yaşama şartlarına alışırlar. Arkasından devlet diğer sattığı kurumlar gibi bunu da satar, tıpkı miras kalan çocuğun babasının tarlalarını, arsalarını, iş yerlerini satıp arkasından fakirliğe geri döndüğü gibi. Satılabilecek herşey satılır ve bu paralar boşa harcanır. Artık gelir kaynaklarınız bitmektedir ve hatta gelirleriniz yabancı ülkelere akmaktadır.
Ardından da devlet bu işçileri "atıl" diyerekten işten çıkarmak ister, ellerine sözüm ona bütün haklarını vererek. Siz yıllarca çalışırsınız, emekliliğiniz, sosyal haklarınız, yaşamınız ona göre planlanmıştır. Size bir gün kıdem tazminatınız verilerek git derler ve uydurma bir düzenleme ile ayda 3 kuruşa çalışmanız istenir.
Tekel işçileri aslında hepimizin sesi. Bilmeliyiz ki günümüz Türkiye'sinde bizler de birer potansiyel tekel işçisiyiz yani işsisiz yani aşsısız yani açız...
Fazlaca vakit ayıramadım kendilerine. İzmir'den gelmişti Mustafa Ağabey. "Hangi gazete" diye sordular. "Serbestim ben" dedim. İki satır sohbetten sonra "Çekiyorsunuz çekiyorsunuz yayınlamıyorsunuz" dediler. Kimsenin maçası yemiyordu bu ülkede ses çıkarmaya, sindiriliyorduk. Medya, insanlar, memurlar, işçiler. Her türlü haksızlığa göz yumacak kadar sinmiş vaziyetteydik. "Ben" dedim, "Elimden gelen sessizce çığlık atmak, çektiğim fotoğrafları göndereyim size, bir de hatıra fotoğrafı çekeyim şöyle isterseniz."
Gelecek hakkında umudu olmayan insanlar topluluğu olduk. Hiçbir beklentimiz kalmadı, savaşlar olacak, insanlar ölecek, iklimler değişecek ve bu şartlarda dahi "Padişahım çok yaşa" diye bağıran şakşakçılar yer alacak yanıbaşımızda.
Açalım, açılın, açılım... İnsan açılımı yok mu bu ülkede?
Not: Bilgisayar başına bile geçmeye fazlaca fırsatım yok, e-posta ile soru soran arkadaşlar, unutmadım sizleri merak etmeyin :)